İçindekiler
“Bu alt üst olmuş dünya ne zaman birazcık düzene sokulacak?”
Franz Kafka / Milena’ya Mektuplar
Aradan neredeyse yüz yıla yakın bir zaman geçmişken, keşke Kafka’nın bu sorusuna gülüp geçebiliyor olsaydık. Ne yazık ki yapamıyoruz; dünyanın her geçen gün karanlıklaşan çehresine karşı, günümüz insanı çareyi kendi kabuğuna çekilip yalnızlaşmakta buluyor, tıpkı bir zamanlar Kafka’nın yaptığı gibi…
Can Yayınları’nın mini kitap serisinden, Esen Tezel çeviriyle okuduğum Milena’ya Mektuplar, 2017 yılında yayımlanmış. Toplamda 680 sayfa (mini sayfa boyutuyla) olan kitap, ‘Milena’ya Mektuplar, Sonnotlar, Ekler’ olarak üç bölümden oluşsa da, Kafka’nın Milena’ya yazdığı mektupları içeren kısım, 540 sayfayla esası oluşturuyor. Pek çok kişi için Kafka’nın yazdığı tek taraflı mektupları içermesi ve Milena’nın ona yazdıklarının bilinmemesi sebebiyle okunması zor bir kitap olarak tanımlansa da; benim için, Kafka-Milena aşkıyla beraber, Kafka’nın dünyasına bu kadar içinden tanıklık etmek açısından çok etkileyiciydi.
Milena’nın, Prag’da bir kafede tanıştığı Kafka’nın kitaplarını Çekçeye çevirmek istemesiyle başlayan mektuplaşmalar, birbirlerine iç dünyalarını açtıkça zamanla aşka dönüşür. Bu öyle bir aşktır ki baştan sona imkânsızlıklarla örülüdür. Milena evli ve yaşça Kafka’dan çok küçüktür, Kafka resmen olmasa da nişanlıdır, biri Viyana’da diğeri Prag’da yaşamaktadır ve ikisi de verem hastasıdır. Mektuplaşmanın çok sık olduğu 1920 Nisan-Kasım arasında, toplam iki kere görüşürler. Aşklarını bu kadar tutkulu yapan da bu imkânsızlıklar ve kavuşma ihtimalinin olmayışıdır aslında.
Hastalık
Mektuplar Nisan 1920’de, Kafka Merano’da verem tedavisi görürken başlıyor. Kadere bak ki Milena da verem hastasıdır ve ikisinin hastalığı, mektuplaşmaların ana unsurlarından biri olup çıkıyor. Kafka’nın kendi hastalığına ve hastalık kavramına bakışını, çoğu zaman hastalığı bir fırsat olarak gördüğünü öğreniyoruz: “Demek akciğeriniz ha… Bütün gün kafamda bunu evirip çevirdim, başka bir şey düşünemez oldum. Hastalık beni öyle çok korkuttuğundan değil; siz muhtemelen ve umarım hafif geçiriyorsunuzdur, hem üç yıldır kendimden bildiğim ciddi veremin bile bana kötülüğünden ziyade iyiliği dokundu. Bende, üç yıl kadar önce bir gece yarısı ağzımdan kan gelmesiyle başladı. Kalktım; insanın her yenilik karşısında hissettiği gibi heyecanlanmış, elbette biraz da korkmuştum, pencereye gittim, dışarı sarktım, lavaboya gittim, odada dolandım, yatağa oturdum -hâlâ kan geliyordu. Yine de bütün bunlar olurken hiç mutsuz değildim; çünkü neredeyse uykusuz geçen üç dört yılın ardından, kanama durduğu takdirde ilk kez uyuyacağımı belirli bir sebepten dolayı yavaş yavaş anlamıştım. Durdu da; ve ben gecenin geri kalanında uyudum,” (s. 27,28). Kafka, ağzından ilk kez kan gelen geceyi uyumak için bir fırsat olarak görüyor, onun açısından bakınca bu tavrı çok normal, çünkü neredeyse hiç uyuyamıyor. “Hastalığın özellikle de ciddi değilse, mümkün olduğunca tadını çıkarın. Emin olun çok tatlı yanları vardır,” (s.34).
Hastalığının sebebi üzerine de çok düşünmüş: “Beyin, kendisine yüklenen üzüntü ve acılara dayanamaz hale geliyordu. ……… İşte orada akciğer devreye giriyordu, herhalde kaybedecek pek bir şeyi yoktu,” (s. 29). O dönemde Avrupa’nın en büyük illetlerinden biri olan verem, Kafka için yaşadığı coğrafyanın doğal bir sonucu olmaktan ziyade çektiği acıların sonucu. Her hastalığın kökeninde, çeşitli duyguların ve yaşanılanların etkisi olduğunu düşünen biri olarak, akciğer hastalıklarının duygusal kökeninde, ‘depresyon, keder, hayatı içine almaktan korkma, kendinde hayatı dolu dolu yaşama hakkını görmeme,’ olduğunu öğrenince, Kafka’nın kendine koyduğu teşhisin yerli yerine oturduğunu söyleyebiliriz.
Kafka’nın iyileşeceğine ilişkin de umudu yok, Milena’nın hastalığıyla ilgili hep moral verici önerilerde bulunurken, kendisi için ölümün mutlak son olduğuna inanıyor: “Bu yakında geçecek bir hastalık, seni eskisinden daha sağlıklı yapacak ve bütün görkeminle tekrar ayağa kalkmanı sağlayacak; bense yakında bir gün, umarım gürültüsüz patırtısız ve acı çekmeden, toprağın altına gireceğim,” (s. 393)
İlk Mektuplardan
Mayıs 1920 mektuplarından birinde, kitaplarının kendisi için önemini anlattığı kısım çok ilgimi çekti: “Kitaplarla çevirileri ne isterseniz yapın. Keşke benim için daha değerli olsalardı; böylece onları ellerinize teslim etmem, size olan güvenimi gerçek anlamda ifade edebilirdi,” (s. 41). O tarihlerde çok meşhur olmamasına da bağlanabilecek bu umursamazlık, aslında Kafka’nın kendine ait her şeye hissettiği küçümsemenin bir yansıması değil mi?
Mayıs 1920 mektuplarında, Milena’nın büyük bir aşkla evlenip, uğruna ailesini karşısına aldığı kocasıyla evliliğinin Milena açısından tam bir hayal kırıklığı olduğunu, parasızlığını, Kafka’nın bunlara yorumunu, Milena’nın ona Yahudi olup olmadığını sorması üzerine yer yer serzenişlerle verdiği cevapları okuyoruz. Kafka o dönem Avrupa’sında yaygın olan Yahudi düşmanlığından payını almış biri olarak, Yahudilerin tarih boyunca yaşadığı benzeri olaylardan dolayı ürkek ve güvensiz yaşam biçimlerini, “Yahudileri o ırklarına özgü korkaklıkla suçlayabilirsiniz,” (s. 58) diye anlatıyor.
Kafka’nın Dünyası, Korkuları
Onun hayata yaklaşımını mektuplarından kısa alıntılarla vermek istiyorum: “Düşün ki 38 yaşındasın ve insanın muhtemelen sırf yaşı ilerlediği için olamayacağı kadar yorgunsun. Daha doğrusu şöyle: Yorgun falan değilsin, huzursuzsun, bu ayak-kapanlarla dolu dünyada adım atmaya korkuyorsun…” (s. 74). “Bütün bu olanlar benim için akıl almaz; dünyam yıkılıyor, ….. Yıkılmasından şikâyetim yok, zaten yıkılıyordu; yeniden kurulmasından şikâyetim var, güçsüzlüğümden şikâyetim var, doğmuş olmaktan şikâyetim var…” (s.110) “Benim mutsuzluğum, bütün insanları iyi saymamdan,” (s. 405).
Bir insan kendine karşı ne kadar acımasız olabilir, gelin mektuplardan öğrenelim: “Ben kendi pisliğimin içinde yaşıyorum, bu benim sorunum,” (s.456). “-Korkmayacak mısın?- diye sormamın sebebi, mektubunda bahsettiğin adamın şimdi de, daha önce de var olmaması, Viyana’da da yoktu, Gmünd’de de yoktu, ama ikincisinde hiç yoktu, lanet olsun ona!” (s. 459).
Milena’nın onu ısrarla Viyana’ya çağırdığı mektuplara hep olumsuz yanıt veriyor; “Viyana’ya gelmek istemiyorum, istemiyorum, çünkü bu zorluğa ruhen dayanamam. Ben ruhen hastayım, akciğerlerimdeki sorun, yalnızca bu ruhi hastalığın dışarı taşmasından ibaret,” (s. 63,64). Gitmeme sebebini, korkularını, kendini aşağılayışını, kendi kendine konuşur gibi yazdığı mektuplarında görebiliyoruz: “Milena seni tanımıyor, birkaç öykü ve mektup onun gözlerini kamaştırmış. …….. Seni tanımıyor ve gelmeni istemesi belki de gerçeği sezmesinden kaynaklanıyor. Senin gerçek varlığının gözlerini daha fazla kamaştırmayacağını seziyor…” (s. 76). “Gelmemek için yüzlerce nedenin var, …….. Milena’nın kocasıyla konuşacak, hatta onu görecek durumda olmaman… Aynı şekilde kocası yanında değilken Milena’nın kendisiyle de konuşacak ya da onu görecek durumda değilsin,” (s. 77).
Kafka’nın korkuları, Milena’yla ilişkilerinin gidişatını belirleyen ana unsurlardan, “Yaşımı yıpranmışlığımı ve her şeyden önce korkumu anla Milena, bir de kendi gençliğine, tazeliğine, cesaretine bak; üstelik korkum gittikçe artıyor, çünkü bu korku dünyadan elini eteğini çekmek anlamına geliyor, böylece baskısı artıyor, devamında da korku büyüyor, …” (s. 114) “Birkaç gecedir uyuyamıyorum. Sebebi korku. Bu beni iradesizleştiren, istediği gibi oradan oraya savuran bir şey; üstümü altımı, sağımı solumu şaşırıyorum,” (s. 203). Mektuplardan anladığımıza göre, Milena çoğu zaman onun bu korkulu yaklaşımına sert tepki veriyor: “Prag’a döndüğümde belki bana bir daha yazmayabileceğinizi söylüyorsunuz. …… Demek ki bir insan bununla tehdit ediliyor; ayrıca uzaktan bile olsa bu insanın durumu biliniyor. Üstelik bir de hâlâ bu insana iyi davranıldığı iddia ediliyor,” (s. 92) Milena’yı anlamakla beraber, mektupları okurken hep şunu düşündüm, Kafka ona tutamayacağı sözler vermediği gibi, korkularını, önceki nişanlılıklarını, tüm hayatını olduğu gibi önüne seriyor.
Buluşmaları
İlk buluşmaları, Milena’nın yoğun ısrarıyla, Kafka, tedavisi bitip, Merano’dan Prag’a dönerken, 29 Haziran 1920’de Viyana’da gerçekleşiyor, birlikte dört gün geçiriyorlar. Prag’a döndükten hemen sonra, bir mektubunun altına yazdığı nota bakalım: “Eğer mutluluktan ölünüyorsa bu benim başıma gelmeli. Ve eğer ölüme yazgılı bir mutluluk sayesinde hayatta kalıyorsa, o zaman hayatta kalacağım,” (s. 166)
İkinci buluşmaları, 14-15 Ağustos 1920’de Gmünd’de gerçekleşiyor. Bu buluşma için Kafka günlerce plan yapıyor: “Neyse ki Pazar günü birlikteyiz; beş altı saat, konuşmak için çok kısa, susmak, el ele tutuşmak, bakışmak için yeterince uzun bir süre,” (s. 332).
Milena, Kocası, Kafka, Kız Arkadaşı
Kafka Prag’a döndüğünde kız arkadaşıyla konuşup Milena’yı anlatıyor. Kızın Milena’ya mektup yazma isteğine karşı koymuyor ve kızla Milena’yı karşı karşıya getirdiği için sonradan çok pişman oluyor. Kız, Milena’yla karşılıklı yazışmalardan sonra, istemeyerek Kafka ile ilişkisini kesiyor.
Milena’nın özellikle Viyana’daki ilk buluşmalarından sonra vicdan azabı çektiğini, ilişkilerini sorgulamaya ve tıpkı Kafka gibi korkular içinde yaşamaya başladığını görüyoruz. Genelde korkuları ağır basan taraf olan Kafka, Milena’nın sorgulamalarına karşı farklı bir duruş sergiliyor: “Ben onun arkadaşı değilim, bugüne dek hiçbir arkadaşıma ihanet etmedim, ama sadece sıradan bir tanıdık da değilim, onunla aramda sıkı bir bağ var; hatta belki bazı konularda arkadaşlıktan da ileri bir bağ. Aynı şekilde sen de ona ihanet etmedin, çünkü ne dersen de, onu seviyorsun ve eğer seninle birleşeceksek, bu başka bir düzlemde olacak, onun alanında değil,” (s. 177). “Şüphesiz sen suçlusun ama o zaman kocan da suçlu, birlikte yaşayan iki insan için başka türlüsü söz konusu olamayacağına göre, suç sonsuz bir dizi halinde, hayal meyal görülen ilk günaha kadar birikir,” (s. 412).
“Sanırım şu anda korkulacak tek şey, senin kocana olan sevgin,” (s. 180). Kafka, Milena’nın kocasına olan bağlılığını hiçbir zaman anlayamıyor; Milena’nın hastalığına, açlığa varan parasızlığına karşı kocasının umursamazlığından, sürekli onu aldatmasından, Milena’dan daha çok şikâyetçi: “Sen kocana adeta kutsal, kopmaz bir evlilik bağıyla bağlısın. ….. O yüzden bir daha gelecekten söz etmeyip yalnızca bugünü konuşalım. …… Benim sonsuz bağlılığımın yanında bu sadakatsizliğin ne önemi var,” (s. 364,365,367).
Milena’nın kocasının mektuplaşmalarını bildiğini öğrenince: “Kocanın bana bir şeyler yazacağını söylemesi tuhafıma gitti. Dövmeyecek mi peki, gırtlağımı sıkmayacak mı? Ben bunu gerçekten anlamıyorum,” (s. 267) diye yazıyor.
Mektup Trafiği
Mektuplar, ilk aylarda ikisi için de büyük bir heyecan ve mutluluk kaynağı olup, yaşamlarının merkezine yerleşiyor. Kafka’nın bir mektuba gün içinde sürekli devam ettiğini, unuttuğu şeyler için aynı gün tekrar mektup yazıp yolladığını, Milena’nın mektupları biraz gecikse yahut bir gün mektup gelmese, nasıl mutsuz olduğunu görüyoruz. O günün şartları içinde, üstelik ayrı ülkelerde yaşarken zamanında ulaşmayan mektuplar aralarında yanlış anlamalara da sebep oluyor: “Bu mektup trafiği durmalı artık Milena, bizi çılgına çeviriyor, insan ne yazdığını, neye cevap verildiğini bilmiyor ve her nasılsa sürekli titriyor,” (s. 109)
Gmünd’deki buluşmadan sonra mektuplaşmalarda Kafka açısından kırılma yaşanıyor. “Yanlış anlamalar içinde yaşıyor, sorularımızın değerini cevaplarımızla düşürüyoruz. Artık yazışmaya bir son vermeli ve geleceği geleceğe bırakmalıyız,” (S. 437). Milena’nın ona sitemlerinden kırılıp, bunaldığını anlıyoruz: “Mektupları okumaya cesaret edemiyorum; sadece molalarda okuyabilirim, mektuplarını okurken duyduğum acıya dayanamıyorum. Ben o kadar kötü bir hayvan mıyım, kendime ve aynı şekilde sana karşı o derece kötü müyüm?” (s. 441). “Seninle karşılıklı merhamet dileniyoruz; ben senden kabuğuma çekilebilmek için izin istiyorum, sen de benden. ….. Senin için nasıl pis bir bela, her açıdan rahatsız edici bir engel olduğumu gittikçe daha net görüyordum,” (s. 442,443). “Birbirimize yazmayı kesmemiz iyi bir fikir olmasaydı, korkunç yanılmış olurdum. Ama yanılmıyorum. Bu mektuplar bu haliyle, azap çektirmekten başka bir işe yaramıyor,” (s. 505)
Kafka’nın isteğiyle Kasım 1920’de mektuplaşmalar sona eriyor. Kafka’nın yazdığı son mektup maalesef kayboluyor. Mart 1922’de yeniden başlayan mektuplaşmalar, oldukça seyrek aralıklarla ve daha çok edebi sohbetler şeklinde. Kafka, bu mektuplarda da mektuplaşmayı hiç sevmediğinden sık sık bahsediyor. Son olarak Kafka’nın 23 Aralık 1923’te attığı kartpostalla da yazışmalar sona eriyor.
Milena’dan Max Brod’a
Milena’nın Kafka’nın yakın dostu Max Brod’a 1920-1924 yılları arasında yazdığı bazı mektuplara yer veriliyor. O mektuplarda Kafka’nın sağlığı için endişelerini, ümitsizliğini, ona acı çektirmekten ne kadar korktuğunu okuyoruz. Onun hayata özellikle de aşka ne kadar korkuyla yaklaştığının farkında ve onu çilekeşliğe mahkûm edilmiş bir insan olarak görüyor. Kafka’nın yazışmalara son verme isteği karşısında, ona istemeden de olsa zarar verip vermediğini sorguluyor: “Bu benim suçum mu, yoksa onun yaradılışının bir sonucu mu, bunu bilmek istiyorum.” (s. 631). “Ona yardım edemiyorken nasıl o kadar küstah olabildim ve ona zarar verebildim?” (s. 633). “İçimdeki mücadele fazla açık seçik görünür hale geldi ve bu onu korkuttu,” (s. 635)
***
Mutlu tarafı olmayan, acı yüklü bu aşkın izlerini sürüp, Kafka’nın iç dünyasında uzun uzun dolaştıktan sonra, sözlerime yine onun sorusuyla son vermek istiyorum: “Bu alt üst olmuş dünya ne zaman birazcık düzene sokulacak?”, umalım ki tez zamanda…